Christchurch, Yeni Zelanda’nın güney adasındaki Canterbury Bölgesi içinde yer alan güney adasının en yüksek, ülkenin de Auckland ve başkent Wellington’dan sonra en yüksek nüfusa sahip üçüncü şehri. Christchurch mimari yapıları ve görüntüsü ile Yeni Zelanda’daki tipik bir İngiliz şehri olarak da nitelendiriliyor. Şehrin ismi Oxford üniversitesine bağlı kolej ve katedral olarak bilinen Christ Church’den geliyormuş. Yeni Zelanda yerlileri Maoriler ile Waitangi Anlaşması imzalandıktan sonra Canterbury Bölgesi’ndeki koloni ve sömürgecilik işlemlerinin idaresi için Londra’da kurulan Canterbury Birliği’nin 27 Mart 1848’deki ilk toplantısında Oxford’daki Christ Church koleji mezunu John Robert Godley tarafından şehrin isminin ‘Christchurch’ olması teklif edilmiş ve kabul edilmiş. Avrupalı’lar tarafından bölgeye ilk ayak basış İngiliz Kaptan James Cook tarafından 1770 yılında yapılmış hatta Cook o zaman burayı da bir ada olarak düşünmüş ve gemisindeki botanikçi Josephb Banks’e ithafen Banks Adası olarak adlandırmış.
Yeni Zelanda tektonik hareketliliği nedeniyle şiddetli depremlerin çok olduğu bir ülke, Christchurch de bir çok kez bu depremlerden nasibini almış. 2010-2011 yılları ve sonrasında yaşanan depremlerde şehir büyük hasar almış,raka binalar ve yolların çoğu tadilattan geçirilmiş, hatta şehir merkezi aradan geçen 5 seneye rağmen biz gittiğimizde sanki bir şantiye bölgesi gibiydi. Yolların bir çoğu çalışmalar dolayısı ile kapalı, binaların bazıları güçlendirilmeye çalışılıyordu.
2011 yılındaki depremde, Christchurch’ün en önemli tarihi yapılarından biri olan Christchurch Katedrali büyük hasar görmüş hatta kulesi komple yıkılmış. Ben Kasım 2016’da gittiğimde katedral kapalı ve restore çalışmaları devam ediyordu. Christchurch’e varınca fark ettiğim bir diğer nokta da; yerel halkın İngilizcesi Auckland’da kulağımızın alıştığı İngilizce’den farklı gelmişti. Yani konuşma şekilleri daha farklı hatta zor anlaşılır gibiydi, harfleri yutarak yuvarlayarak konuşuyorlar. Zaten Auckland’da konuştuğumuz insanlar dünyanın farklı yerlerinden geldikleri için konuşmaları birbirlerinden farklı olsa da anlaşılabilir oluyor.
Christhchurch Yolculuğu Öncesi Genel Bilgiler
Christchurch için uçak biletlerini Yeni Zelandada’ki düşük maliyetli havayolu şirketi Jetstar firmasından almıştım, cumartesi sabahı 10’da Christchurch’e varıp pazar günü akşam 9 da dönmek üzere. Aracınız yoksa Auckland şehir merkezinden havalimanına gitmek için SkyBus otobüsleri kullanılabiliyor tek yöne kişi başı 18 dolara. Alternatif olarak Uber denilen uygulama sayesinde havalimanına götürecek birini de bulabilirsiniz, Uber burada baya popüler, ya da Facebook’daki backpacker sayfalarına havalimanına gitmek istediğinizi yazarsanız aynı zamanda gidecek olan birileri varsa biraz daha ucuza gidebilirsiniz. Tabi araç varsa ve araçla gidilecekse de otopark ihtiyacı olacak. Auckland Havalimanı’nın kendi otopark ücreti günlük 40 doların üzerinde oluyor, eğer siz de benim gibi otopark için çok fazla ücret vermek istemiyorsanız airpark.co.nz sitesinden aracınız için park rezervasyonu yaptırabilirsiniz. Web sitesinde günlük 6 dolardan başlayan fiyatlar diyor fakat 3 kere farklı tarihlerde aracı buraya park etmiştim ve her seferinde günlük 12 dolar fiyat çıktı. Neyse bu otopark alanını bir hotel işletiyor ve havalimanına uzaklığı 5-10 dakika arası. Her 30 dakikada bir havalimanına ücretsiz araç hizmetleri var, aracı park ettikten sonra bu servis ile 10 dakika içinde havalimanına ulaşabiliyorsunuz. Geri dönüşte de yine aynı ücretsiz servis ile aracı park ettiğiniz otele dönüyorsunuz.
İki günlük Christchurch gezisi için tabi araç kiralamak da gerekir, sadece şehir merkezinde gezecekseniz toplu taşıma yeterli fakat bizim rotamızda araba ile ortalama 3 saat uzaklıktaki Tekapo Gölü ve Cook Dağı (Mount Cook) da olduğu için araba kiraladık. Yine araç kiralamak için gezdiğim siteler içinde en uygun ve düzgün bulduğum firma olan omegarentalcars firmasını paylaşmak istiyorum. Daha sonraki bir Christchurch gezim için kiralık araç ararken bu firmadan daha uygun fiyat çıkaran Acerentalcars firmasından araç kiralamıştım fakat aracı almaya gittiğimde bana ekstra 57 dolar zorunlu sigorta bedeli çıkarmışlardı. Diğer firma Omega da ise sigorta ücretsizdi. Burada benim de hatam var sanırım küçük mesajların, yazıların arasına gizlenmiş bir uyarı vardır ama geçirmiş oldular bir kere. Omega’dan iki kere araç kiraladım ikisinde de oldukça memnun kaldım ve ekstra sigorta ücreti ödemedim. Bir de kiraladığınız aracı geri vereceğiniz yer ve saate göre ekstra ücretlendirme oluyor hemen hemen bütün firmalarda. Genelde akşam 5’den sonra aracı bırakacaksınız 30 dolar civarı ekstra, aracı aldığınız şehirden başka bir şehire bırakacaksanız da 50 dolara kadar ekstra ücret çıkarılabiliyor. Bunları zaten sitede rezervasyon yaparken ödeme öncesinde belirtiyorlar.
Christchurch’e Yolculuk
19 Kasım 2016 sabahı evden çıkıp aracı park edip havaalanı iç hatlarına ulaştığımızda biniş kapısının kapanmasına az bir süre kalmıştı eğer ki biletleri kontuardan çıkartmak zorunda olsaydım uçağa bir ihtimal yetişemeyebilirdik. Biletleri online check-in yaparken telefonumdaki passwallet uygulamasına da göndermiş olduğumdan havalimanında check-in ve bilet yazdırma işlemleri ile uğraşmadık, direk telefondan elektronik bileti okutup biniş yaptık. Zaman’dan kazanmak için çok güzel bir sistem.
Christchurch Havalimanı’na iniş yaptıktan sonra aracı teslim alıp ilk olarak Christchurch’un en güzel yerlerinden biri olan Christchurch Botanik Bahçesi’ne gittik. Parkın içerisinde 3 saate kadar ücretsiz olan otopark alanı da bulunmakta aracı buraya koyduktan sonra hem botanik bahçeyi hem de hemen yanındaki Canterbury Müzesi’ni gezebiliyorsunuz. Christchurch Botanik Bahçesi ile bitişiğindeki Hagley Parkı, daha önce bahsettiğim Canterbury Birliği’nin Christchurch için hazırladığı yerleşim planının bir parçasıymış. 1855 yılında bölge hükümeti Canterbury Birliği’nin rolünü devralıp bu bölgenin halka açık bir park haline getirilmesini sağlayacak olan bir yasa çıkarmış. Ardından, Enoch Barker adında birisi bahçıvan olarak görevlendirilmiş. 9 Temmuz 1863 yılında Barker bölgeye ilk ağaç olarak, İngiltere Prensi 4. Albert ile Danimarka Prensesi Alexandra’nın evliliği şerefine bir meşe ağacı dikmiş. Sonradan Albert Edward Meşesi olarak anılacak olan bu meşe ağacının da içinde olduğu bugünkü Christcurch Botanik Bahçelerinin alanı zamanla yapılan düzenlemeler ve eklemeler ile birlikte şuan ortalama 50 dönümlük bir alanı kaplamakta. İçerisinde Yeni Zelanda’ya özgü bir çok bitki ve ağaç barındırmakla birlikte dünyanın farklı yerlerinden getirilmiş bitkilerde bulunmakta.
Ayrıca içinde oyun parkı ve çocukların yüzdüğü bir de havuz alanı vardı, sanırım yetişkinler giremiyordu 🙂 Botanik bahçenin içine girdikten sonra ayakkabıları çıkarıp geniş çimenlerin üzerinde toprağın verdiği serinlik ve rahatlama hissi ile kahvaltıyı yaptık. Şehir zaten çok kalabalık olmadığı için parkın içinin sakinliği, ağaçların kokusu, kuş sesleri, bir de arada etrafınızdan geçen ördekler falan insanda gerçekten huzur ve rahatlık hissi bırakıyor.
Bir vakit oturduktan sonra kalkıp gezmeye başladık ve dolanırken bir binaya denk gelip içine girdik. Bir nevi sera şeklinde düzenlenmiş olan binanın adı ‘Cuningham House Conservatory’, içerisinde birçok odalar var ve her odanın ısı seviyesi içindeki bitkilerin doğal ortamlarına uygun şekilde ayarlanmış. Kaktüslerin olduğu bir odaya girdiğimizde sıcaklık oldukça yüksekti mesela. Kaktüslerden yağmur ormanları bitkilerine kadar bir çok farklı bitki Cuningham House Conservatory binasında bulunmaktaydı. Binanın dışına çıkınca içinde çok sayıda farklı güllerin olduğu bir gül bahçesi de bulunmakta, içine girince güllerin kokusunu alabiliyorsunuz. Bahçeyi daire şeklinde tasarlamışlar ve etrafını da duvar şeklinde budanmış bitkiler ile çevrelemişler. Bahçenin tam ortasında da bir adet güneş saati vardı. Gül bahçesinden çıktıktan sonra, büyük bir çanın bulunduğu Japon yapısı olduğu uzaktan anlaşılabilen bir yere vardık.
Çan oldukça büyük ve içinde zili yoktu üzerinde de ‘World Peace Bell’ (Dünya Barış Çanı) yazıyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Japonya’da, Uwajima şehri eski valisi Chiyoji Nakagawa tarafından 1954 yılında dünya barışına farkındalık ve dikkat çekmek amacı ile Dünya Barış Çanı Derneği kurulmuş. Nakagawa ilk olarak 1950 yılında valilik yaptığı Uwajima şehrindeki Taiheiji Tapınağı’na barış çanı yerleştirmiş. 1954 yılında, dünyanın 65 ülkesinden toplanan demir paralar ile Papa 4. Pius tarafından bağışlanmış 9 adet altın paranın eritilmesi ile yapılmış bir barış çanını da Birleşmiş Milletlere bağışlamış. Daha sonraları diğer bir çok ülke için de barış çanları yapılıp gönderilmiş ve tüm bu barış çanları Dünya Barış Günü olan 21 Eylül’de çalınmaktaymış. İşte bu parkın içerisindeki çan da onlardan biri, bu arada Türkiye’ye gönderilen barış çanı ise Ankara’daki Botanik Park’da bulunmaktaymış. Barış Çanı’nın yanından ayrıldıktan sonra parkın içerisinden geçen Avon Nehri’nin yanına doğru yürüdük. Nehir kenarında ördekler dolaşmakta, nehir üstünde de insanlar kano ile dolaşmaktaydı. Ayrıyeten isteyenler ücretli olarak Avon Nehri üzerinde kano turu yapabiliyorlar. Nehrin yanında yürürken Türk duygularım nedense depreşti ve içimden keşke bir bardak çay olsaydı da şurada oturup bu güzelim manzaraya karşı içseydim diye geçirmiştim, yanında bir de nargile fena olmazdı 🙂
Canterbury Müzesi
Christchurch Botanik Bahçeleri’nin çıkışından geçtikten sonra hemen yanındaki Canterbury Müzesi’ne girdik. Bu arada Canterbury Müzesi’ne doğru giden çıkışa doğru yürürken sağ tarafta tarihi ve çok hoş bir tasarımı olan Peacock Fıskiyesi (Peacock Fountain) var, ben resim çekmemişim gidecek olanlara görmelerini tavsiye ederim.
Canterbury Müzesi’nin karşısında da eski bir bina olan Christchurch Sanat Merkezi Binası var, binanın bir kısmı depremden aldığı hasar dolayısı ile kapalıymış ve tadilatı devam etmekteydi. Canterbury Müzesi, Christchurch’ün en büyük ve en eski müzesi. 1867 yılında açılmış ve içeriye girişler herkese ücretsiz. İçinde; Yeni Zelanda’da yaşamakta olan ve nesli tükenmiş olan kuşlar ile ilgili eserlerin olduğu Bird Hall, Maori eserlerinin sergilendiği galeri, Christchurch şehir merkezinin 1870 ve 1900 yılları arasındaki tarzının modellendiği galeri (içinde gezerken sanki o yılların Christchurch’ünde dolaşıyormuş gibi hissediyorsunuz), Yeni Zelanda’nın ilk yerleşimcileri Maoriler’in ilkel yaşamlarını ve Maorilerin avlayarak neslinin tükenmesine sebep oldukları Moa kuşlarını konu alan Ancient Peoples – New Lands Galerisi, Canterbury’de çıkarılmış olan eski dinozor ve tarih öncesi hayvanlar ile jeolojik kalıntıların sergilendiği Geology Galerisi, Antarktika’da kullanılmış malzemeler ve oradan getirilmiş olan kalıntıların sergilendiği Antartika Galerisi, Uzak Doğu ülkelerinden gelme eserlerin sergilendiği Asian Arts Galerisi, Yeni Zelanda Havayollarının eski uçaklarının modelleri, motorları ve sanal gerçeklik gözlükleri ile futuristik temalı bir uçak yolculuğu deneyiminin de yaşanabildiği Yeni Zelanda Havayolları’nın 75. yıldönümüne özel galeriler gibi birçok farklı bölüm bulunmaktaydı. Bunların dışında bir de Yeni Zelanda’nın 870 km doğusunda Christchurch’ün hemen hemen tam hizasına denk gelen Chatham Adaları’nda yaşamış olan Moriori halkı ile ilgili de küçük bir galeri ile eski bir Mısır mumyasının bulunduğu bölüm de vardı. Siz de benim gibi ilk başta ‘Yeni Zelanda’da Mısır mumyasının ne işi var lan?’ diye düşünebilirsiniz; Yeni Zelanda bu mumyayı, saldırdığı ve sömürdüğü yerlerden tarihi eserleri de kaçırmayı ihmal etmeyen İngiltere’den 1888 yılında satın almış ve o tarihten beri de burada sergilenmekteymiş. Yazılan bilgiye göre mumyanın adı ‘Tash Pen Khonsu’ ve 25 yaşında M.Ö. 125 yılında ölmüş bir kadına aitmiş. Ve evet, tüm bunları ücretsiz olarak görmek ise paha biçilemez tabii ki 🙂
Müze çok büyük olunca içinde tahmin ettiğimizden fazla zaman harcadık, rotamızın ilk gün için son durağı olan Tekapo’ya çok geç kalmamak için müzeden çıkar çıkmaz araba ile bir sonraki durağımız olan New Brighton’a doğru yol aldık.
Acıkmış olan karnımızı da New Brighton’a vardıktan sonra aldığımız pizza ile sahil kenarındaki ufak park alanında oturarak doyurmuştuk. O ara arkamızda da yerel bir grup reggae müzikleri çalmaktaydı. ‘Hayat bu insanlara güzel valla’ diye düşünerek imrenirken bir yandan anın keyfini çıkarııyordum. New Brighton’a özellikle gelme sebebimiz ise buradaki New Brighton İskelesi’ydi. Şuanki Christchurh’un dikkat çeken yapılarından biri olan bu iskelenin yerinde önceden tahta bir iskele bulunmaktaymış. İlk iskele 18 Ocak 1894 tarihinde halkın kullanımına açılmış ve 71 yıl sonra 1965 yılında belediye tarafından yıkılmış. 1 Kasım 1997 tarihinde de eski iskelenin yerine yapılan şuanki betonarme iskele kullanıma açılmış. New Brighton İskelesi, Pasifik Okyanusu’na doğru 300 metre uzanmakta ve üzerinde genellikle Galata Köprüsü’ndeki gibi balık tutan insanlar var 🙂 İskelenin üzerinde yürürken okyanusun etkisi ile rüzgarı şiddetli şekilde hissediyorsunuz hatta bu rüzgarın desteği ile okyanusun dalgalarında kitesurfing yapan insanlar da vardı. İskelenin en uç noktasındaki daireye kadar yürüyüp Pasifik Okyanusu’na karşı poz verdikten sonra tekrar araca geri dönüp vakit kaybetmeden Tekapo’ya doğru yola koyulduk.
Tekapo Yolculuğu
Tekapo Gölü, Christchurh’e kadar gidilmişken kesinlikle görülmesi gereken yerlerden birisi bana göre, hatta sadece Christchurch değil Queenstown’a kadar gitmiş olanlar için de tavsiye edeceğim bir yerdir. Christchurch şehir merkezinden araba ile uzaklığı 3 saati geçiyor. Bizim New Brighton’dan Tekapo’ya ulaşmamız 3 buçuk saat sürmüştü. Bu arada Yeni Zelanda’nın güneşi çok sert olduğu için (malum ozon tabakasındaki hasardan dolayı) böyle uzun yolculuklarda güneş gözlüğü kullanmanızı kesinlikle tavsiye ederim aksi takdirde gözleriniz çok yorulacaktır. Bazen güneş tam karşınızda belirince yola bakmakta zorlanıyorsunuz. Christchurch’den Tekapo’ya giderken rotayı belirlemek için Google Map kullanırsanız size en kısa rotayı çıkarıyor fakat benim size tavsiyem yol boyunca size eşsiz manzarası ile eşlik edecek olan Inland Scenic Drive 72 otoyolunun da olduğu bu güzergahı kullanmanız.
Bu rota yolculuk süresini biraz daha uzatacak fakat size sunacağı manzaraya değecektir. Tekapo’ya yaptığım bu sürüş şu ana kadarki yaşadığım en zevkli araba yolculuğuydu, şehirden uzaklaştıkça Yeni Zelanda’nın doğal güzellikleri etrafınızı sarıyor ve yol boyunca gerçekten eşsiz manzaraları karşınıza çıkarıyor. Yol boyunca bazı kasabalardan da geçiyorsunuz ama çoğunlukla manzaranız uçsuz vadiler oluyor. Ayrıca Yeni Zelanda’nın en uzun köprüsü Rakaia Köprüsü‘nün de üzerinden geçiyorsunuz. Tam olarak 1,756 metre uzunluğunda ve Rakaia Nehri’nin üzerine 1939 yılında inşa edilmiş. Tekapo’ya yaklaşmaya başladıkça hızınızı yavaşlatıp dağları tırmanmaya başlıyorsunuz ki buralarında manzarası eşsiz, her bir tepeyi aştığınızda ağzınızdan ‘vaooo’ diye tepkiler çıkıyor. Tekapo’ya giriş yaptığınız anda da sizi turkuaz rengi, yabancıların benzetmesi ile ‘sütlü mavi’ rengi ile Tekapo Gölü karşılıyor.
Tekapo Gölü konum olarak Mackenzie Bölgesi’nin içinde yer alıyor. Mackenzie Bölgesi’nin isim hikayesine bakmıştım da enterasan gelmişti bana. Bölgenin ismi 1850’li yıllarda bölgeye gelen İskoç asıllı eski bir kanun kaçakçısı James Mackenzie’den geliyormuş. Koyun çalmaktan dolayı yakalanıp cezalandırılmış, zorunlu işlerde çalıştırılmış fakat iki kere firar etmiş. En son yakalandıktan sonra affedilip özgür bırakılmış. Daha sonra James Mackenzie bölgedeki halkın gözünde bir halk kahramanı olmuş bilhassa zengin toprak sahiplerinin başına bela olması sebebiyle. Yıllar sonra adı bölgeye verilmiş ve Güney Adası’nda oldukça geniş bir bölgenin adı O’nun ile anılır olmuş.
Tekapo’ya vardığımızda ilk olarak Tekapo Gölü’nün hemen yanındaki Tekapo Springs’e gittik ve Tekapo’nun kaplıca sularında günün yorgunluğunu attık. Kaplıca açık havada kurulu, önünüzde Tekapo Gölü arkanızda da orman ile doğanın içindesiniz yani. Ücreti normalde 25 dolar ancak gitmeden önce burayı kontrol ederseniz yarı fiyatına bilet alma şansınız olabilir. Kaplıcalardan çıktıktan sonra direk mayışmış bir halde insan direk yumuşak bir yatağa uzanıp uyumak istiyor fakat bugün için öyle bir uyku planımızda yoktu 🙂 Akşam yemeği için market ve restorantların bir arada olduğu yere gidip Japon restorantı olan Kohan’da karnımızı doyurduk. Buradaki restorantlar genel olarak gece 10’a kadar açık oluyor o saatten sonraya kalırsanız karnınızı okşayarak doyurmaya çalışabilirsiniz. Saat 10’a doğru restoranttan çıktıktan sonra eski bir kilise olan Good Shephard Kilisesi’nin yanına giderek gökyüzündeki yıldızların kendilerini göstermelerini beklemeye başladık. Tekapo’nun bir diğer özelliği de bulunduğu bölgenin uluslararası karanlık gökyüzü rezervi içindeki en iyi yerlerden biri olması sebebiyle bölgeye gelenlere gece vakti gökyüzünü tertemiz bir şekilde görebilme imkanı sunması. Bir çok insan buraya gelip Tekapo Gölü, Good Shephard Kilisesi ve Samanyolu Galaksisi’ni beraber fotoğraflamak için gece beklemeye başlıyor eğer hava bulutlu değilse muhtemelen o ana kadar görmediğiniz yıldızı gökyüzünde gözlemleyebileceksiniz demektir. Mekanın güzelliğini görmek için çekilmiş resimlerin google sonuçlarına buradan bakabilirsiniz. Good Shephard Kilisesi çok büyük bir kilise değil ancak bölgeye gelen çok olduğu için önüne geniş bir otopark alanı yapılmış. Aracı buraya park ettikten sonra araç içinde bekliyorduk zira dışarısı oldukça soğuktu. Kilisenin ön tarafındaki alanda insanlar tripodlarını kurmuş uzaktan kumandaları ile fotoğraf çekmeye çalışıyorlardı fakat herkesin muzdarip olduğu bir sıkıntı vardı. O da her 1-2 dakikada bir araba gelip giden araçların farlarıydı. Buraya gece vakti aynı amaçla gelmeyi düşünen arkadaşlara benim tavsiyem daha geç bir saatte gelin, gece 10, 11 gibi gelirseniz hem kalabalık oluyor hem de ışık sıkıntısı yaşarsınız. Saat 12 den sonra gelin daha rahat edersiniz hatta benim tavsiyem ilk olarak yol boyunca araç ile gidip uygun bir yerde aracınızı perk edin ve manzaranın keyfini oradan çıkarıp bol bol resim çekin. Tekapo’dan Pukaki yönüne giderken hemen 1-2 km uzakta uygun boş alan var orada park edip Samanyolu’nun manzarasını oradan da görebilirsiniz rahat rahat resim de çekebilirsiniz hem kimse de olmayacaktır. İlk etapta böyle alanları değerlendirin saat geç olunca yaklaşın Good Shephard Kilisesi’nin yamacına.
Kilise’nin yanındayken saat 11 den sonra gökyüzünde yıldızlar iyice kalabalıklaşmaya başlamıştı, dediğim gibi hayatım boyunca bu kadar yıldızı bir arada görmemiştim. Daha sonra Kilise’nin yanından ayrılıp geceyi geçirmek için önceden belirlediğim kamp alanlarından biri olan Lake Pukaki Freedom Camping alanına doğru sürmeye başladım. Şu ana kadarki en zevkli gece sürüşüm de buydu kesinlikle. Tepenizde milyonlarca yıldızın eşliğinde araba sürmek eşsiz bir deneyim hani arabayı otomatiğe alıp farları kapatabilsem keşke diye düşünüyorsunuz 🙂 Pukaki ücretsiz kamp alanı Mackenzie’deki bir diğer göl olan Pukaki Gölü’nün hemen yanında. Çadırınızdan ya da aracınızdan sabah uyandığınızda manzaranız Yeni Zelanda Alpleri ile harika bir göl manzarası olacak. Tekapo ile arası 30 dakika. Bu arada belirteyim Yeni Zelanda’da karavanınız olsa dahi kafanıza göre istediğiniz yerde park edip konaklayamıyorsunuz ya da çadırınızı istediğiniz yere kurup kalamıyorsunuz. Ücretli ya da ücretsiz belirli kamp alanlarında kalmak zorundasınız aksi takdirde cezası var. Pukaki’deki kampalanına google map ile ulaşmaya çalıştım fakat haritada kamp alanı olarak gösterilen yere vardığımda oraya giden hiçbir yol olmadığını gördüm. Buradan göreceğiniz üzere Hayman yolu ile Pukaki Gölünün arasında kalıyor fakat Hayman yolu üzerinde yarım saat civarı git gel yaptığım halde belirtilen yere giden bir yol bulamadım. Haritada yanlışlık olduğunu düşünüp en sonunda aracı yol kenarındaki bahçeye doğru sürüp uygun bir açıklıkta park ederek geceyi kiraladığımız aracın içerisinde, tepemizdeki samanyolu manzarasının altında uyku tulumlarının içinde uyuyarak geçirdik. Çadır almadık direk arabanın koltuklarını yatırıp kapıları kilitleyip klima ile içini ısıtıp, ısı bantlarından da üstümüze yapıştırıp tulumun içine girince sabaha kadar soğuk hissetmedik 🙂 Samanyolu’nu seyreylerek uykuya daldıktan sonra ilk günümüzü bu şekilde tamamladık.
İkinci gün Pukaki Gölü ile Tekapo Gölü’ne gündüz ziyaretimizi ve Yeni Zelanda’nın en güzel doğal parklarından biri olan Aoraki/Mount Cook National Park’ta yaptığımız gezi ile ilgili devam yazımı da buradan okuyabilirsiniz. Christchurch’deki bu ilk günümüz ile ilgili videomu da aşağıdan izleyebilirsiniz.